RÜYA MI MASAL MI, TABOĞA MI?
Havada uyanmaya başlayan bahar kokuları içinde küçük arabasının içinde ilerlerken kadın radyodan gelen müzik sesinde bile değildi.
Onun kulağında bambaşka sesler, rüzgârın büyülü fısıltısı ve geçmiş zaman nağmeleri vardı.
Nerden fırladım diye düşündü kendi kendine, Marquez romanlarından mı, Mehmet Uzun’ un Dicle Tutsaklarından mı, Yaşar Kemal’in İnce Memed kitabından mı yoksa bir Yılmaz Güney senaryosundan mı?
Sanki yasak bir toprakta idi, ya da Şivan Perwer’ in yasaklı nağmelerinde, delikanlıların Siverek sokaklarında bellerine taktığı yasaklı 14 lü namlularında belki de babaannesinin sandığındaki renkli yazma oyalarında…en çok da babasının elleri ile ovuşturup rüzgâra bıraktığı gözlerinin rengindeki rehan kokusunda…
Gerçek dışı bir yolculuk olsa gerek bu.
Sanki uyanacak ve kendini Akdeniz rüzgarındaki küçük evinde bulacak.
Tam 50 yıl sonra…Yarım asırlık bir öykü bu…
Beyaz Anadol araba yolun taşlarına takılarak ilerlemekte idi, bayıltıcı bir sıcak eserken küçük kız heyecanla ne kadar yolları kaldığını soruyordu. Zaman 1970 ler, başında Diyarbakır’ dan alınma kırmızı kasketi, üstünde annesinin diktiği pantolon takım, direksiyonda büyük abisi Sami. Köye gidiyorlardı Taboğa köyüne. Babası harman nedeni ile günlerdir orada idi. Babasını görecekti, dövene binecekti.
Köye yaklaştılar, köy çocukları arabanın etrafına koştururken, hafif tepeliğe kurulmuş kıl çadırın içinden uzun Arap fistanı, başına sardığı çefiyesi ile babası çıktı tüm haşmeti ve heybeti ile.
Koştu küçük kız sarıldı babasına, annesi ve abisi indiler arabadan. Babası yine pembe mor güllü çift serilmiş döşeklerin üstünde uymuştu gece ama sabah erkenden uyanmıştı.
‘’Baba haydi gidelim tarlalara bakalım’’
Tarlalar bir altın sarısı deniz, yıllar sonra (2006 yılında) web sitesinin kapağında yer alan başaklar ve gönlünü ala boyayan ortada açmış o kan kızılı gelincik ki yine şiirlerinde yer edecekti.
Hangi kanların diye düşündü arabadaki kadın, hangi kanların kırmızısı? Sevda için ölenlerin mi, iktidar savaşına kurban edilen gençlerin mi, töre için öldürülen kadınların mı, Güneydoğu’nun dinmek, bitmek bilmeyen kan davası kurbanı gençlerinin mi? Hangi kanın kırmızısı?
Yoksa damarlarımızda deli deli akan kan kırmızısı isotun alevlendirdiği, kaçak çay kokularının eşlik ettiği deli, sevecen, tutkulu ve dost Mezopotamya topraklarının beslediği kanımızın kırmızısı mı?
O gelinciklerin rengi hangi kanın kırmızısı?
Heyecanlıydı çok, biraz da tedirgin, çekingen, 50 yıl sonra… Bu toprakların kızı olsa da 50 yıl sonra, batıda geçen bir 50 yıl, 30 yılı ki uzak bir Akdeniz ikliminde, deniz meltemlerinde olgunlaştırmış O nu, biraz Akdenizli yapmış, farklı bukleler katmış saçlarına, farklı renkler dostluklar işlemiş gönül diyarlarına, Akdeniz suları farklı bir yuva olmuş dostluklarıyla.
Biraz tedirgin, biraz çekingen Karacadağ yoluna çevirirken arabayı kendisine eşlik eden diğer arabadaki dost kardeşine sormuştu hemen yolun doğru olup olmadığını. Doğru imiş. Etrafını tarlaların çevirdiği dar bir asfalt yolda ilerledikten sonra Erkonağı yazan tabeladan (ki Taboğa’ nın şimdiki adı) betonumsu beyaza çalan bir yola dönmüştüler.
İşte şimdi ise uzaktan tek tek köy evleri görünmeye başlamıştı eh çocukluğundaki evlerden çok farklı olarak.
Geldiği duygularla indi arabadan. Toprağa yaklaşık 50 yıl sonra ayak bastı uzun konçlu siyah çizmeleri ile, heyecandan altın rengi desenli uzun siyah şifon elbisesinin ve siyah uzun ceketinin eteklerini arabanın kenarına sıkıştırdı. Karşısında babasını kaybetmiş genç delikanlı karşı karşıya duruyorlardı. Dost kardeşi döndü delikanlıya ‘’Hasan Amca’ nın kızı, Hasan Ayas’ ın’ dedi.
Durdu orada kadın eteklerini arabanın kapsından kurtarmış hala heyecanlı, esen rüzgâr o günün değildi; yıllar önce bindiği dövende saçlarını okşayan deli sam yeli idi; içinde yarım asırlık hasret gözleri delikanlının yüzünde kulaklarında Kürtçe, Arapça ağıtlar geçmişten gelen durdu orada Hasan AYAS’ ın kızı… Tam da öz kimliğinde…
Burnunda çocukluğunda babasının kendisi için sağdırdığı hala ineğin memesinin sıcaklığını taşıyan taze süt kokusu.
Genç adam da durdu bir an şaşkınlıkla ve dedi ki:
‘’Hoş geldiniz…’’ o da şaşkın, daha kendisi bile doğmadan gitmiş bir kadın; Tabuğa rüzgarında başında turkuaz bir baş örtüsü taziyeye gelmiş.
‘’Hoş geldiniz, Hasan Amca’ nın kızı … bütün Tabuğa sizindir, buralar sizindir başımız üstüne, hoş geldiniz’’
‘’Başın var olsun, başınız sağ olsun’’ diyebildi sadece kadın.
Boğazında yumru, gözünde akamayan yaşlar…
Kadınların yanına geçti ki güzeller güzel Gevher ve bacım dediği Adalet de orada. Uzun boylu yapılı bir adam gülerek ‘’Vay yaşlanmışsın Yonca’’ dedi nasıl yani yine bir Uzun romanından mı fırladım; İnce Memed manzaralarında mı takıldım? Marquez gel gör beni, yaz beni… Çocukluğumun sesleri…
Götürdü Gevher kendisini biraz yaşlı kadınların olduğu bir odaya; yaşlı bir kadına seslendi, gitti yaşlı kadının önüne oturdu, mor fistanı içinde güzelim dövmeleriyle baktı kadın; söylenen sözlerden anladı ki konuk, ‘’Hasan Amca’nın kızı’’ dediler yine. Tek bir sözcük çıktı kocası ölmüş kadının dudaklarından ‘’Yonca’’.
‘’Yonca’’ tam 50 yıl sonra.
Dip not: Daha fazlasını yazmaya şu anda yüreğim ve ellerim dayanamıyor. Devamı gelecek…Ama önce sakinleşmem yaş akıtmaya hazır gözlerime dönmem gerek…
Şu anda dışarıdaki fırtına mı sarsıyor beni içimdeki kasırga mı bilemedim…
AŞKLA…
Dr. Fahriye Yonca AYAS
19.03.2023
SIRRIN/ ŞANLIURFA
SOSYAL MEDYA HESAPLARI